Dünyadan Sonra

Bu gezegen bir gün bize yetmeyecek. Ya da merakımız bizi başka dünyaları keşfetmeye, oralara yerleşmeye zorlayacak.

Bu şimdilik hayal gibi görünse de insanoğlu eninde sonunda uzaya yerleşecek.

Üstelik bu Ay ve Mars gibi yakın gökcisimleriyle sınırlı kalmayacak.

Bir gün Güneş Sistemi’nden de öteye giderek tüm Samanyolu’nu kolonileştirme yolunda ilerleyeceğiz.

Dünyayı terk etmek söz konusu olunca ilk akla gelen bunun sebe­binin bir felaketten kaçmak olaca­ğı. Gerçekten de gezegenimizin kendisinden kaynaklanabilecek ya da uzaydan gelebilecek çeşitli tehlikeler var. Ancak o durumda he­men bavulumuzu toplayıp gezegeni terk et­mek kolay değil. Bunun için gidecek bir yeri­mizin ve gideceğimiz yere ulaşmamızı sağla­yacak teknolojimizin ve araçlarımızın olma­sı gerekir. O nedenle yakın gelecekte herhan­gi bir felaketle karşılaşırsak gezegeni terk et­mek gibi bir seçeneğimiz olmayacak, bunun yerine kalıp savaşmamız gerekecek.

Felaket tellallarının gerçek dışı iddialarını bir yana bırakırsak şimdiden öngörebildiğimiz tek felaket, Güneş’in yaşamının son­larında, yani yaklaşık 4,5 milyar yıl sonra Dünya’yı yutacağı ger­çeği. Aslında bundan çok daha önce, yani günümüzden yaklaşık bir milyar yıl sonra Güneş’in parlaklığı okyanuslardaki suları bu-harlaştıracak kadar yükselmiş ve Dünya büyük olasılıkla yaşan­maz hale gelmiş olacak. Ancak o zamana kadar insanoğlu büyük olasılıkla gökadamızın her yerine yayılmış olacak.

Göktaşı çarpması yakın gelecekte bizi tehdit edebilecek tehli­keler arasında en iyi bilinen ve en gerçekçi olanı. Göktaşları yü­zünden canlılar dönem dönem kitlesel yokoluşlarla karşı karşıya kalmış. 10-15 km çaplı cisimlerin yeryüzüne çarpmasıyla meyda­na gelen bu yıkımlar jeolojik anlamda düşününce epeyce sık, or­talama 100 milyon yılda bir gerçekleşmiş. Yaşam ortaya çıktığın­dan bu yana yaklaşık 45 toplu yokoluş meydana gelmiş ve bunla­rın çoğunun göktaşı kaynaklı olduğu sanılıyor.

Uzaydan gelebilecek bu felaketlerin yanı sıra, gezegenin kendinden kaynaklanabilecek birtakım doğal afetlerle de kar­şılaşabiliriz. Yanardağ patlamaları genellikle bölgesel felaketle­re yok açmakla birlikte bazı büyük patlamaların küresel çapta etkileri olabiliyor. Yaklaşık 75.000 yıl önce Endonezya adala­rından biri olan Sumatra’daki Toba Yanardağı patladığında ata­larımız muhtemelen en büyük yokoluşun eşiğine gelmişti. İn­sanın geçmişiyle ilgili yapılan genetik araştırmalar, günümüz­den 70.000-80.000 yıl önce genetik çeşitliliğin ciddi anlam­da azaldığını gösteriyor. Öyle ki, patlamadan sonra birkaç bin canlı bireyin kaldığı düşünülüyor.

Asıl korkmamız gereken böyle doğal felaketlerden çok insanın kendi soyunu yok etme potansiyeli. Türümüzün varlığını sürdü­rebilmesi için gereken kaynakları hızla yok ediyor ve kirletiyoruz. Şimdilik bunun ağır sonuçlarını hissetmiyor olabiliriz. Ancak bu gidişle çok da uzak olmayan bir gelecekte, ekosistemin hassas dengesini bozmanın belki de telafisi olmayan sonuçlarına katlan­mak durumunda kalacağız. Bu durum belki de gezegeni terk et­mek için en büyük neden olacak.

Belki de tüm bunlara mecbur kalmayacağız. Eski çağlardan bu yana gökyüzüne olan merakımız bizi başka dünyaları keş­fe zorlayacak.

 

Nereye Gidelim?

Elbette uzay maceramız öncelikle uzayın bize yakın bölgele­rinde başlayacak. Bir uzay istasyonunun atmosferin yavaşlatıcı etkisinden üstesinden gelebilmesi için yerden 300-400 km yuka­rıda dolanması yeterli. Ay’ın 400 bin, Mars’ın bize en yakın ko­numunda 56 milyon km uzakta olduğunu düşünürsek bu mesa­fe hiçbir şey değil. O nedenle başka gezegenlere yerleşmeden ön­ce büyük olasılıkla yörüngeye şimdikinden çok daha büyük ve gelişmiş istasyonlar kurulacak. Bu istasyonlar uzayda çok az kay­nakla, çok küçük hacimlerde yaşama deneyimi kazanmada bü­yük önem taşıyacak.

Uzay istasyonları kalabalık insan gruplarının ihtiyacını karşıla­makta yetersiz kalacak. Çünkü kaynaklar bakımından çok büyük ölçüde Dünya’ya bağımlı olacaklar. Gerçek anlamda uzayı koloni-leştirmek için gereksinimlerimizi yerleştiğimiz yerde karşılamak durumunda kalacağız. Bu nedenle yeni yerleşim yerlerinde yapı­lar inşa edebilmek ve yaşamsal gereksinimlerimizi karşılayabil­mek için, mevcut kaynaklardan hammadde elde edebilme ve bun­ları işleyebilme konusunda da deneyim kazanmamız gerekecek.

NASA, bundan yaklaşık beş yıl önce gelecekteki uzay prog­ramıyla ilgili hazırladığı raporda Güneş Sistemi’nin keşfine yönelik bir yol haritası çiziyordu. Öncelikle bir süredir yavaşlamış olan keşif çalışmalarının yeniden hız kazanmaya başlayacağı be­lirtiliyordu, ki öyle de oldu. Ay’ı, Mars’ı, Jüpiter’in ve öteki dış ge­zegenlerin uydularını incelemek üzere robot uzay araçları gönde­rildi. Ayrıca, fırlatılan yeni uzay teleskoplarıyla Güneş Sistemi dışı gezegen araştırmaları hız kazandı. Bu yeni araçlar öncekilere gö­re daha yüksek teknolojiyle donatılmış durumda. Dolayısıyla ön­ceki araştırmalarda yanıtlanamayan sorulara yanıt aramanın ya­nı sıra, bu gökcisimlerinde kurulabilecek olası insanlı yerleşimler

için yeni kaynaklar arayacaklar. Bu araçlarla yapılacak yeni keşif­lerin ışığında, ilk insanlı uçuşların on yıl içinde yeniden başlama­sı düşünülüyor. İşte bu, insanlığın belki de öteki dünyaları keşfet­mek için atacağı ilk adım olacak.

Ay, insanoğlunun uzayda kolonileşmeye başlaması için en iyi başlangıç noktası. Bunun en önemli nedeni yeryüzüne en yakın gökcismi olması. Örneğin Dünya ile Ay arasında sürekli gidip ge­len bir mekik, benzer bir araç Mars’a bir kez gidip gelene kadar yüzlerce sefer yapabilir. Ayrıca, 50 yıl önceki teknoloji bile bizi Ay’a götürüp getirmeye rahatlıkla yetiyordu.

Ay’a yapılacak uçuşlar daha ötesi için neler başarılabileceğini gösteren bir sınav olacak. Buradaki kaynakları kullanma beceri­si geliştirme, insanlar için yaşam destek sistemleri kurma, ener­ji elde etme, yüzeyde hareket edebilen araçlar yapma gibi işler, Mars ve daha uzak hedefler için bir deneyim niteliğinde olacak. İnsanoğlu’nun Ay’a dönüşü başarılı olursa, Mars ve daha uzak he­defler için insanlı uçuşların yolu açılmış olacak. Bunların yanı sı­ra, Ay’da yapılacak jeolojik çalışmalarla Güneş Sistemi’nin geçmi­şine dolayısıyla da geleceğine de ışık tutulmaya çalışılacak.

Ay’ın keşfi artık yalnızca ABD ile Rusya arasında bir yarış ol­maktan çıktı. Çin şimdiden Ay’ın yörüngesine 2 araç gönderdi. Bu araçlar Ay’ı daha önce hiç olmadığı kadar ayrıntıyla, üç bo­yutlu olarak görüntüledi. Çin üçüncü Ay aracını 2013’te fırlatma­yı düşünüyor. Bu seferki araç Ay yüzeyinde dolaşabilecek bir de yüzey aracı içerecek. Çin’in yanı sıra şu anda ABD ve Japonya’nın araçları Ay’la ilgili araştırmalar yürütüyor. Önümüzdeki yıllarda Ay’a araç göndereceğini duyuran çok sayıda ülke var.

Eğer insanoğlu yeryüzüyle yetinmeyip evrende başka geze­genlere açılacaksa, Güneş Sistemi’nde Mars’tan daha uygun bir yer yok. Günümüzde tüm dünyanın uzay çalışmalarına ayırdığı bütçeyi birleştirebilsek bu bütçeyle Mars’a yılda 10 uçuş yapı­labilir. Bu da Mars’ı yerleşime açmak için yeterli. Eğer uzay çalış­maları yalnızca Mars’a yerleşmeye yönelik olsaydı ve tüm dün­ya bunda birleşseydi, kısa süre içinde bu hayalin gerçekleşmesi mümkün olurdu.

Ay, insanoğlunun uzayda kolonileşmeye başlaması için en iyi başlangıç noktası. Ay'a yapılacak uçuşlar daha ötesi için neler başarılabileceğini gösteren bir sınav olacak. Buradaki kaynakları kullanma becerisi geliştirme, insanlar için yaşam destek sistemleri kurma, enerji elde etme, yüzeyde hareket edebilen araçlar yapma gibi işler, Mars ve daha uzak hedefler için bir deneyim niteliğinde olacak.

NASA ve ESA (Avrupa Uzay Ajansı) Mars’ta su ve yaşam olup olmadığına dair ipuçları bulmak için bir süredir araştırmalarını sürdürüyor. Uzay çalışmaları yapan ülkeler, bu görevlerin ardın­dan durumu değerlendirerek bir sonraki on yıl için Mars araş­tırma uçuşlarını programlayacak. Bunlar duruma göre, Mars’tan çeşitli örnekler getirme, yüzeyi kazarak altını inceleme gibi gö­revler olabilir.

Yakın gelecekte NASA insanlı yolculuklara hazırlık amaçlı uçuşlar da başlatacak. Bu robot araçlar, insanlı araçların Mars’a inişini canlandıracak. Mars atmosferine giriş, yörünge araçlarıy­la buluşma, hassas iniş denemeleri, araçlar arasında ve Yer’le ile­tişimin sağlanması insanlı uçuşlar başlamadan önce denenecek. Bu uçuşlar sonucunda, gelecekteki insanlı uçuşlar için araştırma alanları ve kaynakların bulunduğu bölgelerle ilgili veriler de el­de edilmiş olacak.

Ay’ın ötesine yapılacak insanlı uçuşlar eldeki kaynaklara, de­neyim birikimine ve yeterli teknoloji olup olmadığına bağlı ola­rak değerlendirilecek. Bu arada Mars yörüngesine yakındaki bir asteroite yapılacak insanlı uçuşlar, Mars yolculuğuna hazırlık olarak düşünülebilir. Böylece insanlı uçuşu destekleyecek uzun uçuşlar, güç ve itki sistemleri, Mars yüzeyine inme riski alınma­dan denenebilecek. Mars’a yapılacak ilk insanlı uçuşun zamanla­ması robot uzay araçlarıyla elde edilecek bilgilere, gerekli tekno­lojinin geliştirilmesine ve gerekli kaynakların elde edilebilir ol­masına bağlı olacak.

 

Mars kuru ve soğuk bir gezegen. Ama bir gezegeni nasıl ısıtabileceğimizi gayet iyi biliyoruz. Dünya'yı nasıl ısıttıysak, biraz daha fazla uğraşarak Mars'ı da ısıtabilir, buzullarda ve toprağın altında bulunan suyu ortaya çıkarabiliriz. Ondan sonrası basit. Buraya taşıyacağımız bitkiler ve fotosentez yapan canlılar ihtiyaç duyacağımız atmosferi oluşturacaktır. Bir kez niyet ettikten sonra hepsi zaman meselesi.

Dünyalaştırma

Bilim literatürüne baktığımızda “dünyalaştırma” düşüncesini ilk olarak Carl Sagan’ın ortaya attığını görüyoruz. Sagan bu dü­şünceyi 1961 yılında Venüs üzerine yazdığı bir makalede ele alıp işledi. O zamanlar Venüs’teki sıcaklığın karbondioksit ve su bu­harının yarattığı sera etkisi nedeniyle suyun kaynama sıcaklığı-

nın hayli üzerinde olduğu biliniyordu. Sagan, gezegeni kaplayan yoğun bulutlara karbondioksit, azot ve suyu organik molekülle­re dönüştürecek birtakım mikroorganizmalar yerleştirmeyi hayal etti. Bu mikroorganizmalar genetik müdahaleyle buradaki orta­ma uyumlu hale getirilecekti. Karbondioksidi ve atmosferde bu­lunan öteki gazları gerekli moleküllere dönüştüren mikroorga­nizmalar öldüklerinde gezegenin yüzeyine düşecekler, buradaki yüksek sıcaklıkta kavrulacaklar; böylece içlerindeki su atmosfe­re yeniden karışacak. Ancak CO2‘nin içerdiği karbon, yüksek sı­caklıkta kendiliğinden geri dönüşümü olmayan grafite ya da baş­ka karbon bileşiklerine dönüşecek. Bu düşünceye göre ne kadar CO2 dönüştürülürse gezegenin sıcaklığı o ölçüde azalacak. So­nuçta Venüs’ün yüzeyi sıvı halde su içeren, yaşanabilir bir ortama özgü nitelikler kazanacak.

Doğal olarak, Sagan’ın bu düşüncesi pek çok bilimkurgu ya­zarına malzeme oldu. Ancak ortada birtakım ciddi sorunlar var. Bunlardan ilki, Venüs’ün bulutlarının yüksek konsantrasyonlar­da sülfürik asit içermesi. Bu, yukarıda sözünü ettiğimiz mikroor­ganizmalar ve öteki canlılar için çok ciddi bir tehlike oluşturuyor. Aslında Dünya’da yüksek konsantrasyonlu sülfürik asit çözeltilerinde yaşayabilen mikroorganizmalar yok değil. Belki Venüs ko­şullarında yaşayabilecek mikroorganizmalar da genetik müdaha­leyle üretilebilir.

Daha öldürücü olan ve 1961 yılında bilinmeyen bir gerçek, Venüs’ü yaşanabilir kılmada gerçekten büyük bir engel ortaya ko­yuyor. Bu gerçek, gezegenin yüzeyindeki 90 atmosferlik basınç. Tüm bu olumsuz koşullar nedeniyle Venüs’ün dünyalaştırılma-sı zor görünüyor.

Güneş Sistemindeki gezegenler ve onların uyduları arasında en konuksever görüneni Mars. Bugün uzay araştırmalarının sağ­ladığı bilgiler sayesinde Mars hakkında çok şey biliyoruz. Geze­gende uzunca bir süre önce (yaklaşık 3,5 milyar yıl öncesine ka­dar) suyun sıvı halde bulunduğuna ilişkin önemli kanıtlar var. Mars’ın bir atmosferi var, ancak Venüs’ün atmosferi ne kadar ka­lınsa Mars’ınki o kadar ince. Yüzeyindeki atmosfer basıncı Dün­yadakinin sadece yüzde biri kadar. Atmosfer, çok büyük oranda (% 95) CO2‘den oluşuyor. Mars’ın kutup buzulları da büyük oran­da CO2 buzu içeriyor. Yine kutup buzullarında, önemli miktar­larda su da (buz halinde) bulunuyor. Katı CO2, gezegenin ne ka­dar soğuk olduğunun en iyi göstergesi.

Yaşam için gerekli temel madde olan suyun hazır bulunması Mars’ın sahip olduğu belki de en önemli ayrıcalık. Araştırmaların sonucuna göre, yüzeyin altında ve kutuplarda bulunan suyun ta­mamı eritilebilirse, yüzeyinin tümünü (gezegenin düzgün, küre­sel bir yapıda olduğunu varsayarsak) 100 metre derinlikte bir ta­baka halinde kaplayabilecek miktarda su ortaya çıkabilir.

Mars’ın ince de olsa bir atmosferinin olması buraya ulaşım­da kullanılabilecek uzay araçlarını yavaşlatacak paraşütlerin kullanılmasını olanaklı kılıyor. Doğal olarak, gezegenin kütle-çekiminin düşük oluşunun da (yerçekiminin beşte ikisi) bun­da büyük payı var. Bu sayede uçak benzeri araçların da kulla­nılması olanaklı olabilir.

Öncelikle, Mars’ta yaşayabilmek için daha yoğun bir atmosfe­re gereksinimimiz var. Bu atmosferin bileşimi de önemli; yeterli miktarda oksijen içermeli. Gezegen yeterince sıcak olmalı ve su sıvı halde bulunabilmeli. Bir gezegeni ısıtmak bizim için önem­li bir sorun olmayabilir. Çünkü bu konuda pek de tecrübesiz sa­yılmayız. Bir zamanlar deodorantlarda kullandığımız freon gibi kloroflorokarbon gazlarının nasıl bir sera etkisi yarattığına tanık olduk. Kloroflorokarbonları Mars atmosferine salarak gezegeni ısıtmak mümkün. Kloroflorokarbonlar, güneş ışınlarını soğura-rak sera etkisi yaratır. Bu sayede, gezegenin yüzey sıcaklığı artar. Yüzey sıcaklığının artmasıyla yüzeyin altında bolca bulunan CO2 gaz haline geçerek serbest kalır. CO2 de sera etkisi yaratan başka bir gazdır. Bu nedenle, serbest kalan CO2 de gezegenin ısınma­sında önemli rol oynar. Yani, biraz yardımla doğa işin çok büyük bir bölümünü kendiliğinden gerçekleştirebilir.

İnsanların ve pek çok hayvanın yaşamlarını sürdürebilmek için soludukları havanın en azından altıda biri oksijenden oluş­malı. Buna karşılık, yapay olarak elde edebileceğimiz atmosfer çok büyük oranda CO2‘den oluşacak. İşte burada bitkiler ya da fo­tosentez yapabilen başka canlılar devreye girecek. Aslında Dün­ya atmosferi de başta oksijen içermiyordu. Oksijenin kaynağı fo­tosentez yapan canlılardı.

Bir gezegeni yaşanılabilir hale getirmek günümüzün teknolo­jisiyle binlerce yıl sürebilir. Son aşamaya gelindiğinde bile, bitki­lerin fotosentez yoluyla yeterli miktarda oksijen üretmesi için en azından bin yıl gerekir. Teknolojinin gelişimini hesaba katarsak, Mars’ı yaşanabilir bir gezegen yapmak bundan daha kısa bir süre­de gerçekleştirilebilir. Ancak tam olarak ne kadar süreceğini kes­tirmek pek kolay değil.

İçinde bulunduğumuz gökada Samanyolu 300 milyar kadar yıldızın bulunduğu dev bir sistem. Işık bile bir ucundan ötekine yaklaşık 100 bin yılda ulaşıyor. Buna karşın günümüzdeki teknolojiyle ulaşabileceğimiz ışık hızının binde biri bir hızla bile tüm Samanyolınıa yerleşmek için 250 milyon yıl yeterli. Bu, Güneş'in Samanyolınıun merkezi çevresinde bir kez dolanmasıyla aynı süre. Hayal etmesi güç bir zaman dilimi olsa da, evrensel ölçüde çok uzun bir süre sayılmaz.

  Güneş Sistemi’ndeki öteki gezegenlere bakacak olursak, Satürn’ün uydusu Titan, Mars’tan sonra en uygun koşullara sahip görünüyor. Titan’ın atmosferi büyük oranda azot içeriyor. Ne var ki Güneş’ten çok uzakta yer alan Titan’ın yüzeyi çok soğuk. Ay­rıca, bu uzaklık nedeniyle uyduyu sera etkisiyle ısıtmak çok zor. Amonyak ve su yüzeyde donmuş olarak bulunuyor. Titan’ı ısıtmak için ancak nükleer tepkimeler gibi yöntemlerden yararlanılabilir.

Bol miktarlarda su içerdiği bilinen Jüpiter’in uydularında da durum Titan’dakine benzer. Ayrıca, Dünya’ya olan uzaklıkla­rı şimdilik bu uydulara yerleşimi güçleştiriyor. Jüpiter’in Galile­o Uyduları olarak bilinen 4 büyük uydusundan üçünün (Europa, Callisto ve Ganymede) buzlarla kaplı olduğunu, 1970’lerde bura­ya ulaşan Voyager uzay araçları sayesinde öğrendik. Bundan 20 yıl sonra, Galileo uzay aracı, bu uyduların buzlu yüzeylerinin al­tının tümüyle suyla kaplı olduğunu gösterdi. Elbette, suyun bu kadar bol olduğu bir yerde yaşamın gelişmiş olması da olanaklı. Belki de çok farklı yaşam biçimleri oluştu ve bu uyduların okya­nuslarında şu anda yüzmekte olan canlılar var.

Asteroitler de geleceğin yerleşim yerleri listesinde yer alıyor. Ancak riskli yerler kategorisindeler. Çünkü bu küçük gökcisim­lerinin kütleleri çok küçük. Bu nedenle atmosferleri ve manye­tik alanları yok. Düşük kütleçekimi nedeniyle yüzeylerinde dur­mak çok zor. Böyle bir ortamda yaşamaya ayak uyduramayabi-liriz. Bundan da öte, asteroitlerin bir şeylere çarpmak gibi kötü bir şöhretleri var. Çoğunun yörüngesi biliniyor ve gelecekte en azından büyük bir cisme çarpıp çarpmayacakları tahmin edile­bilir. Ne var ki her zaman uzaktan görülemeyen küçük cisimle­rin çarpma riski var. Eğer bir asteroide yerleşilecekse önce iyi bir savunma mekanizması geliştirilmeli. Ya da bir kaçış planı olmalı.

Asteroitlerin bileşiminde endüstride kullandığımız birçok maden ve su da var. Bu nedenle asteroitlerin geleceğin maden kaynakları olacağı düşünülüyor. Gelecekte uzun uçuşlar için ge­rekecek madenlerin, uzayda inşa edilecek istasyonların, uzay ge­milerinin hammaddesi asteroitlerden karşılanabilir.

Dünya’dan herhangi bir yükü uzaya göndermenin en büyük zorluğu yerçekiminden kurtulmak için çok fazla enerji gerekme­si. Asteroitlerden elde edilecek hammaddelerin uzaya taşınma-sıysa çok düşük kütleçekimi sayesinde çok kolay olacaktır.

 

Yıldızlararası Yolculuk

Ünlü fizikçi Stephen Hawking, insanın tek bir gezegene ba­ğımlı olmasının geleceği için büyük bir risk oluşturduğunu, her­hangi bir felaket karşısında türümüzün ortadan kalkabileceğini söylüyor. Geleceğimizin garanti altında olabilmesi için başka yıl­dızlara gitmek zorunda olduğumuzu, Güneş Sistemi’ndeki geze­genlerin yaşama uygun olmadığını belirtiyor.

Bir kez başka gezegenleri yaşanılır hale getirmeyi ya da büyük uzay gemileri inşa etmek için bu gezegenlerdeki kaynakları kul­lanmayı öğrendiğimizde, yıldızlararası yolculuklar mümkün ha­le gelecek. Işık hızının aşılamayacağı, hatta ona yaklaşamayacağı­mız bilgisini göz ardı edemeyeceğimize göre bu tür yolculukların önündeki en büyük zorluğun yolculuk süresi olduğunu söyleye­biliriz. Öyle ki iyimser bir yaklaşımla ışık hızının % 10’una ulaş-sak bile en yakın yıldıza gidip gelmek bir insan ömrü kadar sü­rer. Bu nedenle insanlı yıldızlararası yolculuklar birkaç insan nes­li boyunca sürebilir. Bu da Dünya’dan yola çıkan insanların ancak çocuklarının ya da torunlarının yakın yıldızlara ulaşabileceği an­lamında geliyor.

 


İnsan vücudunun yolculuk süresince dondurul­ması buna bir çözüm olabilir. Günümüzde insanların dondurulması ve gelecekte yeniden yaşama döndürül­mesi üzerine çeşitli çalışmalar yapılıyor. Hatta uygun teknolojinin geliştirildiğinde yeniden canlandırılmak üzere öldükten sonra dondurulan insanlar var. Çok pahalı olduğu için çok yaygın bir uygulama olmasa da, özellikle günümüzde çaresi olmayan hastalıklara ya­kalanmış insanlar bu yönteme başvuruyor. Bu koşullar altında dondurmaya, ancak ölümden sonra izin veri­liyor. Ancak gelecekte dondurulmuş insan canlandır­mak mümkün olursa, bu teknoloji yıldızlararası yolcu­luklarda sıradan bir uygulama haline gelebilir.

Yıldızlararası yolculuklarda iletişim önemli bir so­run olacak. Bize en yakın yıldız 4,2 ışık yılı uzakta. Ya­ni buradan gönderilecek bir sinyalin Dünya’ya ulaş­ması için 4,2 yıl gerekir. O nedenle yıldızlararası yol­culuğa çıkan yakınlarımızla telefon görüşmesi yap­mamız olanaksız olacak. En basit sorumuza bile yanıt almamız için yıllar geçmesi gerekecek.

Yıldızlararası yolculuklar için uzay gemisinin na­sıl hızlandırılacağı da önem taşıyor. Her ne kadar kı­sa süreli olarak yoğun bir itki sağlayabilseler de, gele­neksel roket yakıtlarıyla çok yüksek hızlara ulaşmak ve uzun yolculuklara çıkmak pek olası değil. Günü­müzde kullanımı giderek yaygınlaşan iyon motorları gelecekteki uzay uçuşlarında da kullanılabilir. Ne var ki, bu motorların gerektirdiği yakıt miktarı uzay ara­cını hiçbir zaman istenilen hıza ulaştırmayabilir. Bu­nun için çoğu varsayımsal olsa da çeşitli itki sistemleri üzerinde çalışılıyor. İtki için nükleer patlamalardan ya da karşı-maddeden yararlanma gibi düşünceler var.

İtkinin neyle sağlandığı bir yana, uzmanlar en et­kin itki stratejisinin sürekli itki olduğunu düşünü­yor. Böylece hedefe yaklaşana kadar uzay aracı sü­rekli olarak hız kazanacak ve yolculuk olabildiğince kısa sürede tamamlanacak. Örneğin elde edilen itki uzay aracını kütleçekiminin bizi yere çektiği ivmey­le hızlandırsa bile (bu sırada uzay aracındakiler tıp­kı yeryüzündeki gibi bir yapay kütleçekimi hissede­cektir) uzay aracı ancak bir yılda ışık hızına yaklaşır.

Gökcisimleri arasındaki inanılması güç uzaklık­lar Güneş Sistemimiz için önemli bir sorun olmasa da başka yıldızlara yolculuk yapma hayalimizi sön­dürüyor. Ancak günümüzdeki teknolojiyle ulaşabi­leceğimiz ışık hızının binde biri bir hızla bile tüm Samanyolu’na yerleşmek için 250 milyon yıl yeterli. Hayal gücünü zorlayan bir süre, ama gökbilimsel açı­dan bakıldığında hiç de öyle değil. Ayrıca gelişen tek­nolojiyi de hesaba katınca bu sürenin kısalması işten bile değil. Bu varsayımdan yola çıkarak önümüzdeki 250 milyon yıl içinde Samanyolu’na yayılmış olaca­ğız. Bu arada Dünya da belki insanın doğuşunu sim­geleyen bir müze haline dönüştürülmüş olur.

 

Yıldızlararası Yolculuk

Ünlü fizikçi Stephen Hawking, insanın tek bir gezegene ba­ğımlı olmasının geleceği için büyük bir risk oluşturduğunu, her­hangi bir felaket karşısında türümüzün ortadan kalkabileceğini söylüyor. Geleceğimizin garanti altında olabilmesi için başka yıl­dızlara gitmek zorunda olduğumuzu, Güneş Sistemi’ndeki geze­genlerin yaşama uygun olmadığını belirtiyor.

Bir kez başka gezegenleri yaşanılır hale getirmeyi ya da büyük uzay gemileri inşa etmek için bu gezegenlerdeki kaynakları kul­lanmayı öğrendiğimizde, yıldızlararası yolculuklar mümkün ha­le gelecek. Işık hızının aşılamayacağı, hatta ona yaklaşamayacağı­mız bilgisini göz ardı edemeyeceğimize göre bu tür yolculukların önündeki en büyük zorluğun yolculuk süresi olduğunu söyleye­biliriz. Öyle ki iyimser bir yaklaşımla ışık hızının % 10’una ulaş-sak bile en yakın yıldıza gidip gelmek bir insan ömrü kadar sü­rer. Bu nedenle insanlı yıldızlararası yolculuklar birkaç insan nes­li boyunca sürebilir. Bu da Dünya’dan yola çıkan insanların ancak çocuklarının ya da torunlarının yakın yıldızlara ulaşabileceği an­lamında geliyor.

İnsan vücudunun yolculuk süresince dondurul­ması buna bir çözüm olabilir. Günümüzde insanların dondurulması ve gelecekte yeniden yaşama döndürül­mesi üzerine çeşitli çalışmalar yapılıyor. Hatta uygun teknolojinin geliştirildiğinde yeniden canlandırılmak üzere öldükten sonra dondurulan insanlar var. Çok pahalı olduğu için çok yaygın bir uygulama olmasa da, özellikle günümüzde çaresi olmayan hastalıklara ya­kalanmış insanlar bu yönteme başvuruyor. Bu koşullar altında dondurmaya, ancak ölümden sonra izin veri­liyor. Ancak gelecekte dondurulmuş insan canlandır­mak mümkün olursa, bu teknoloji yıldızlararası yolcu­luklarda sıradan bir uygulama haline gelebilir.

Yıldızlararası yolculuklarda iletişim önemli bir so­run olacak. Bize en yakın yıldız 4,2 ışık yılı uzakta. Ya­ni buradan gönderilecek bir sinyalin Dünya’ya ulaş­ması için 4,2 yıl gerekir. O nedenle yıldızlararası yol­culuğa çıkan yakınlarımızla telefon görüşmesi yap­mamız olanaksız olacak. En basit sorumuza bile yanıt almamız için yıllar geçmesi gerekecek.

Yıldızlararası yolculuklar için uzay gemisinin na­sıl hızlandırılacağı da önem taşıyor. Her ne kadar kı­sa süreli olarak yoğun bir itki sağlayabilseler de, gele­neksel roket yakıtlarıyla çok yüksek hızlara ulaşmak ve uzun yolculuklara çıkmak pek olası değil. Günü­müzde kullanımı giderek yaygınlaşan iyon motorları gelecekteki uzay uçuşlarında da kullanılabilir. Ne var ki, bu motorların gerektirdiği yakıt miktarı uzay ara­cını hiçbir zaman istenilen hıza ulaştırmayabilir. Bu­nun için çoğu varsayımsal olsa da çeşitli itki sistemleri üzerinde çalışılıyor. İtki için nükleer patlamalardan ya da karşı-maddeden yararlanma gibi düşünceler var.

İtkinin neyle sağlandığı bir yana, uzmanlar en et­kin itki stratejisinin sürekli itki olduğunu düşünü­yor. Böylece hedefe yaklaşana kadar uzay aracı sü­rekli olarak hız kazanacak ve yolculuk olabildiğince kısa sürede tamamlanacak. Örneğin elde edilen itki uzay aracını kütleçekiminin bizi yere çektiği ivmey­le hızlandırsa bile (bu sırada uzay aracındakiler tıp­kı yeryüzündeki gibi bir yapay kütleçekimi hissede­cektir) uzay aracı ancak bir yılda ışık hızına yaklaşır.

Gökcisimleri arasındaki inanılması güç uzaklık­lar Güneş Sistemimiz için önemli bir sorun olmasa da başka yıldızlara yolculuk yapma hayalimizi sön­dürüyor. Ancak günümüzdeki teknolojiyle ulaşabi­leceğimiz ışık hızının binde biri bir hızla bile tüm Samanyolu’na yerleşmek için 250 milyon yıl yeterli. Hayal gücünü zorlayan bir süre, ama gökbilimsel açı­dan bakıldığında hiç de öyle değil. Ayrıca gelişen tek­nolojiyi de hesaba katınca bu sürenin kısalması işten bile değil. Bu varsayımdan yola çıkarak önümüzdeki 250 milyon yıl içinde Samanyolu’na yayılmış olaca­ğız. Bu arada Dünya da belki insanın doğuşunu sim­geleyen bir müze haline dönüştürülmüş olur.

 

Alp Akoğlu

Bilim ve Teknik

Kasım 2011

 

 



 

Site Footer